Recep Karaş • 21/08/2025

BÜYÜK ŞEHRİN YALNIZ ŞAİRİ

PARAMPARÇA’DAN KIRILGANLAR KRALI’NA

Teoman’ın müziğini tarif etmeye çalışırken, elimden ağzımdan hep şiire yakın sözcükler dökülüyor. Sanki gitarın tellerinden çok, kentin sokak aralarından, gece yarısı yalnızlıklarından, sabaha karşı uykusuzluklardan çıkan bir ses bu. Onu “Rockçı” diye anmak doğru elbette, ama tek başına yeterli değil. Çünkü Teoman’ın şarkılarında, lirizm ve kendi içini anlatırken, başkalarının yarasına da dokunabilen bir incelik var.

3 Ekim 2025. Teoman’ın yeni albümü “Kırılganlar Kralı”nı yayınlayacağı tarih. Albümün yayınlanmasına daha var. İstedim Teoman’ı bir analım, unuttuklarımız varsa hatırlayalım. Bu sebeple kaleme alıyorum bu yazıyı.

Ancak ilk olarak kendi adıma bir itirafta bulunacağım. İlk albümünü yayınladığı yıl ve sonraki yıllarda, Türkçe müziğe kibirle burun kıvıran, dinlemeye değer bile bulmayan biri olarak, bugün geldiğimiz bu noktada en sevdiğim sanatçıların arasında özel bir yere sahip Teoman. Biliyorsunuz ülkemizde en çok tartışılan konulardan biri “Türkçe Rock yapılır mı, yapılmaz mı?” idi. Sanırım bu tartışmanın da etkisi ile böyle bir tavra sahip oldum. Elbette onun kadar özel başka favori müzisyenlerim de var. Yakında yayınlanacak yeni albümü vesilesiyle işte bir Teoman denemesi…

Leonard Cohen’in dingin hüznünü, Lou Reed’in şehir yalnızlığını, Nick Cave’in karanlık şiirselliğini hatırlatan bir tarafı var Teoman’ın. Ya da Serge Gainsbourg’un ironik, zekice kelime oyunlarına dayalı kışkırtıcı bir şekilde harmanlanmış erotik ve provokatif bir üslupla hem Chanson geleneğini sürdürmesi ve hem de onu alt üst etmesi, müziğinde edebiyat, şiir ve toplumsal tabularla oynaması gibi… Ama hiçbirine de tam olarak benzemez. O, İstanbul’un puslu göğünde kendi şiirini yazıyor.

İlk albümünü çıkardığında, yani 1997’de, Türkiye’de müzik dünyası aslında bir dönemeçten geçiyordu. Kasetlerin yerini CD’ler alıyor, plak şirketleri hızla büyüyor, televizyon kanalları klipleri döndürüyordu. Ses mühendisleri, yapımcılar, menajerler çoğunlukla Pop müzikten gelen deneyimlerini yeni yeni Rock sahnesine taşıyordu. Konserler ise hâlâ birkaç mekânla sınırlıydı; bar sahneleri, üniversite şenlikleri, Harbiye’nin yaz akşamları… İşte o dönemde Teoman, bu dünyanın içine “kendi hikâyeleriyle” girdi. Şarkı sözlerinde kırık ilişkiler, şehirde kayboluşlar, kendini arayışlar vardı. Gemiler, o yıllarda kaçmak ve yeniden başlamak isteyenlerin şarkısı gibiydi. Ne Ekmek Ne de Su, şehirde büyüyen genç kuşak için bir tür kimlik arayışıydı. Dinleyiciye, bir yabancı gibi değil, neredeyse onların içinden biriymiş gibi seslendi.

İkinci albümünden sonra bu yolculuk iyice berraklaştı. Paramparça, dinleyenin kendi dağınıklığını bulduğu ortak bir itiraf niteliğindeydi. İstanbul’da Sonbahar, kentle insanın yorgunluğunu aynı potada eriten bir ağıt gibi geldi. Rüzgar Gülü, dönüp duran ama hiçbir yöne varamayan bir ruh hâlinin şiirsel resmi gibiydi. Teoman, yaşadıklarını gizlemedi, süslemeye kalkmadı. Ne kadar kişisel görünürse görünsün, şarkıları bir şekilde dinleyenin kendi hayatına dokundu. Belki de bu yüzden “Şiirsel Rock” deniyor onun müziğine: sözcükleri yalın, ama o yalınlıkta herkesin kendine ait bir yankı bulduğu bir derinlik var.

Bugüne dek yayınladığı albümlerinde kimi zaman başka sanatçılara ait önemli parçaları yorumladı, ya da bir albümü bütünüyle böyle parçalara ayırdı… Hatta başka sanatçıların cover çalışmalarına sesi ile destek verdi. Mesela Feridun Düzağaç “Coverbank”te yer alan “Alev Alev”i seslendirmesi gibi. Ayrıca Ahmet Kaya şarkılarının seslendirildiği “…Bir Eksiğiz” albümünde “Acılara Tutunmak” şarkısını seslendirdi. Bu örnekleri vermemin sebebi şu: Teoman kendi tarzına uyacak şarkıları seçiyor. Seçtiği sanatçı da kimi zaman onun gibi iç dünyasından haykıran kişiler oluyor. Ve hatta Sicilya asıllı Fransız sanatçı Calogero’nın bir iki parçasını Türkçe sözlerle seslendirmişliği de var. Calogero da en neşeli parçayı seslendirirken bile alttan alta sinsi bir kederi dillendiren bir sanatçı. Bir başka örnek de Lee Hazlewood ile Nancy Sinatra klasiği olan “Summer Wine”ı Sufle ile beraber seslendirdiği “Nasıl Güzel” şarkısı… Teoman’ın bu gibi parçaları seçmesinin sebebi kendi müzikal kimliğine yakın hissetmiş olması olabilir.

Şimdi bu örneklerden bazılarını hatırlayalım: Orhan Atasoy’dan “Gemiler”, Ajda Pekkan’dan duymaya alıştığımız aranjman “Uykusuz Her Gece”, Barış Manço’dan “Anlıyorsun Değil Mi?”, “Kol Düğmeleri” ile “Unutamadım”, Özdemir Erdoğan’dan “Sevdim Seni Bir Kere”, Cem Karaca’dan “Resimdeki Gözyaşları”.

… Elbette tarzları farklı çeşitli sanatçılarla da işbirlikleri mevcut. Mesela Mabel Matiz, Hüseyin Badıllı, Atiye, Sufle, İrem Candar, Cakal… Onun albümlerine sesleri ve enstrümanlarıyla iştirak edenlerden hiç bahsetmiyorum bile. Sanki gençliğinin o hareketli dönemlerine eşlik edenlerin geçit töreninin sona ermesinin ardından, bugünün biraz yorgun, biraz yaşlı, ama söyleyecek sözü bitmemiş, görmüş geçirmiş bir ‘Bilge’ karaktere bürünmüş olduğunu düşünüyorum.

Bugün artık müzik bambaşka bir evrende dolaşıyor. Dijital platformlar, algoritmalar, sayılar… Ama işin ilginç yanı, bir gün Spotify gerçekten Türkiye’den çekilirse, belki de şarkıcılar yeniden sahnelere daha çok dönecek. Ve bu, Spotify’ın olmaması Teoman için bir kayıp değil, belki bir kazanç. Çünkü onun şarkıları en çok canlı çalındığında, bir kalabalığın nefesini de içine kattığında anlam kazanıyor. Stüdyodan çıkan ses değil sadece; sahnede, göz göze geldiği dinleyicide tamamlanan bir şiir bu. Gökdelenler, kent modernleştikçe insan yalnızlığının nasıl büyüdüğünü gösteren bir şarkı olarak, bugün hâlâ geçerli.

Belki de asıl soru, bütün bu yolculuğun ardından yeni Teoman albümünden dinleyicinin ne beklemesi gerektiği. Onun müziğini tanıyanlar bilir: Teoman hiçbir zaman aynı yerde uzun süre kalmaz. Ama değişmeyen bir şey vardır; her yeni şarkısı, kendi hikâyesini anlatırken dinleyenin hayatına da dokunur. Bu yüzden önümüzdeki albüm, yalnızca Teoman’ın değil, aynı zamanda dinleyicisinin de yeni bir sayfası olacak gibi görünüyor. Yılların biriktirdiği deneyim, olgunluk ve dinginlik, belki de hiç duymadığımız kadar samimi melodilere dönüşebilir. Belki bu kez bize İstanbul’da Sonbahar kadar dingin ama daha olgun bir sonbahar, belki Paramparça kadar kırık ama daha umutlu bir itiraf getirecek.

SİTEDEKİ DİĞER TEOMAN YAZILARI