… ve muhteşem geri dönüşü ile
JOHNNY

Turgay Yalçın • 25/06/2025
Rock ve pop müzik tarihi birçok geri dönüşe sahne oldu, yaratıcılıkları tükendiği veyahut müzikleri dinleyicinin (bazı durumlarda da piyasanın) beklentisini karşılamadığı için artık ilgi görmüyor, takdir edilmiyorken yayınladıkları albümlerle eski günlerindeki saygın konumlarını geri kazanan hatta bazı durumlarda kariyerlerinin en olgun dönemlerini yaşayan müzisyenler, gruplar var.
Klasik kadrosunu tekrardan toparlayıp kaydettikleri Perfect Strangers ile Deep Purple, sıradanlaşan müziğini From Elvis in Memphis ile tazeleyen Elvis Presley, gönülsüzce yorumladığı My Way ile listelere geri dönen her kuşağın favorisi haline gelen Frank Sinatra, Mystery Girl ile bir kez daha efsaneleşen Roy Orbison, Reload ile bir seks bombası olduğunu yeni nesillere de öğreten Tom Jones, Private Dancer ile kendini yeniden var eden Tina Turner, Supernatural ile kariyerinin en büyük ticari başarısını elden eden Santana, bir çırpıda sayabileceğim isimler. Bizim topraklardan Müslüm Gürses’i de atlamayayım, yükselen pop müzik dalgasında neredeyse adı unutulan Gürses, Paramparça ve takip eden çalışmaları ile, aydın kesim de dahil herkesin saygı duyduğu bir sanatçıya dönüşmüştü. Bir isim daha var ki, en güzel geri dönüşü becerdi: Johnny Cash!
Müziğe başladığı zamanlardaki duruşunu, kimliğini canlandırarak -bir anlamda geriye, geçmişine dönerek- bu geri dönüşü sağladı, dokunulmaz bir konuma yerleşti. Kendi adıma konuşursam, zamansızlaştırdığı şarkılarını ömrümün sonuna kadar yanımda taşıyacağıma emin olduğum müzisyenlerden biri haline geldi.
Efsane prodüktör Rick Rubin’in teklifini kabul ettikten sonra yayınladığı American Recordings etiketli albümlerle, sadece eski kuşağın takdirini kazanmadı, aynı zamanda yeni nesil için bir ikon haline geldi. Rubin, sanatçının neye ihtiyacı olduğunun farkındaydı, ona kendini güvende hissedeceği müzikal ortamı sağladı ve birlikte birinci sınıf bir repertuvar hazırladılar; bunlar da başarıyı getirdi.

1980’lere gelindiğinde sadık takipçileri onu hala country müziğin kralı olarak görüyorsa da yeni nesil için Johnny Cash ismi geçmişte kalmış bir efsaneden öte anlam taşımıyordu, radyolar şarkılarını çalmayı bırakmış, albümleri satmaz hale gelmişti. Sektör onu emekliye ayrılmış olarak görüyordu. Country Music Hall of Fame ve Rock ‘n’ Roll Hall of Fame’e seçildi, ilk otobiyografisini hazırladı, hatta Man in White (1986) adını taşıyan bir roman yazdı.
Rock ‘n’ roll yıldızları Carl Perkins ve Jerry Lee Lewis ile yaptıkları ortak albüm, country müziğin yıldız isimleri Waylon Jennings, Willie Nelson ve Kris Kristofferson ile beraber kurdukları süper grup Highwaymen’le albümleri ve çıktıkları turne ya da Columbia’dan Mercury’ye geçmesi de durumu değiştirmemişti. Bununla kalsa iyi, sağlığı da bozulmuştu; ağrı kesici bağımlısıydı, birkaç kez tedavi gördü, sıkıntıyla geçirdiği yılların ardından kalbi de onu yarı yolda bırakmaya kalktı, bypass ameliyatı geçirdi. Rick Rubin, daha doğru bir zamanda Johnny Cash’in kapısını çalamazdı.

Aslını sorarsanız Cash ve Rubin ortaklığı, hiç de uygun bir eşleşme gibi durmuyordu. Rubin, şöhretini LL Cool J, the Beastie Boys, Run-DMC ve Public Enemy gibi hip-hop müzisyenleri ve grupları için yaptığı prodüksiyonlarla kazanmış, daha sonra pop’tan heavy metal’e, hard rock’tan nu metal’e kadar farklı türlere el atmıştı. Shake Your Money Maker (The Black Crowes, 1990), Blood Sugar Sex Magik (Red Hot Chili Peppers 1991), Licensed to Ill (Beastie Boys 1986), Reign in Blood (Slayer 1986), Wildflowers (Tom Petty 1994), Wandering Spirit (Mick Jagger 1993), Ballbreaker (AC/DC 1995), Rubin’in fazlalıklardan arındırma ilkesiyle üretilmiş ve adı geçen isimlerin en iyi albümleri arasına katılmıştı.
Johnny Cash, görüşmeye gitmeden önce bu özgeçmişi okuyunca ihtiyatlı davranmayı uygun bulmuş, yine de Rubin’le görüşmeyi kabul etmişti. Diğerlerinden neyi farklı yapacağını sorduğunda, Rubin’in cevabı Cash’in ilgisini çekmeye yetmişti. Rubin hiçbir şey yapmayacaktı. Birlikte takılacaklar, Cash eline gitarı alıp şarkı söylemeye başlayacak, istediği her şeyi -kendi şarkılarını, başkalarının şarkılarını- çalacak, deneyecekti. Rubin ona, güzel çalacağını tahmin ettiği şarkıları önerecekti. Bunların arasında doğru yolda olduklarını gösteren tetikleyici bir şarkı bulacaklar ve sonra da o yönde ilerleyeceklerdi.
Rubin dürüsttü, Cash etkilenmişti. Yıllar önce böyle bir albümü hayal etmiş, ancak ne Columbia’ya ne de Mercury’ye kabul ettirebilmişti. Sanki bir gece yarısı, dinleyicisini karşısına almış da ona sadece kendi sesi ve gitarı ile en sevdiği şarkıları söyleyecekti; adını bile koymuştu zamanında bu albümün: Late and Alone.

Johnny Cash, ailesinin ve yakın dostlarının da onayını aldıktan sonra sözleşmeye imza attı. Kısa süre sonra kayıt cihazları Rubin’in oturma odasına kuruldu, üç gece boyunca onlarca şarkı kaydettiler. Ardından stüdyoyu Johnny Cash’in -her dara düştüğünde, yalnızlığını yaşamak ya da fikirlerine odaklanmak istediğinde kendisini kapattığı- Tennessee’deki mütevazı kulübesine taşıdılar; Cash söyledi, Rubin kaydetti. Nihayetinde yakaladıkları bu üretken süreci taçlandırmak için Johnny Depp’in Los Angeles’daki gece kulübünde, The Viper Room’da sahneye çıktı; Johnny Cash, aralarında Sean Penn ve Red Hot Chilli Peppers’in üyelerinin de olduğu, gurme kulağa sahip davetlilerin önünde çaldı. Rubin, keyiften dört köşe olan seyirci önündeki bu olağanüstü performansı mundar etmedi, geceyi kaydetti.
Cash, 40 yıl önceye dönmüş gibi hissediyordu, kimselerin tanımadığı genç bir şarkıcı hüviyetiyle, Sun Records’un Memphis’teki stüdyosuna adım attığında, Sam Phillips‘in de kendisine benzer şekilde yaklaştığını hatırladı, Cash’in vokalini sadece bir bas ve gitar önünde kaydetmişti. Rubin, sözünü tutmuş, hiçbir şey yapmamış, Cash’in aslında hiç kaybetmediği tutkulu ve samimi müzisyenliğini sergilemesine izin vermişti. Ne reverb, ne echo, ne overdub, ne ilave bir enstruman ya da ses; kayıtları olduğu gibi bıraktılar. Dinleyicinin işiteceği her ses Cash’e aitti. Rick Rubin niyetlendiğini yapmayı becermişti, dürüst, doğrudan ve samimi haliyle, her ne ise en saf haliyle Johnny Cash, söylüyordu.

Açıldıkça içinden geldiği gibi çalıyor, Amerikan yaşam biçiminin ve onun yansıması olarak folk müziğinin karanlık köklerine iniyordu. Kovboyların, kölelerin, vahşi doğanın, kumarbazların, haylazların, sarhoşların, kanunsuzların, katillerin, idam mahkumlarının, fahişelerin, uçsuz bucaksız kırların, trenlerin, karasevdaya tutulmuşların, kiliseye sığınmış çaresizlerin şarkılarını söylüyordu, kaybedenlerin unutulmaya yüz tutmuş destanını dillendiriyordu.
Cash’in heybesinden çıkardığı Delia’s Gone, bu tuhaf ikilinin karar vermesine yetti. Yüzyıl öncesinin anonim bir folk-blues şarkısıyken, geleneği takip eden birçok sanatçı gibi Cash de zamanında sözleri kendine göre değiştirmiş ve şöhretinin doruğunda olduğu yıllarda şarkıyı kaydetmişti. Bir genelevde karşılaştığı kadını sevmiş, kendisine eş yapmış ama sadakatsizliğini görünce tabancasına sarılıp onu öldürmüş, sonra da hapiste nedamet getiren bir adamın öyküsüydü Delia’s Gone. Cash, Rubin’in gözleri önünde, uzun süredir kendisine biçilen Amerika’nın mutlu aile babası imajını yerle bir etmiş, sırf nasıl öleceğini seyretmek için Reno’da hasmını öldüren adamın öyküsünü anlattığı yıllardaki asi delikanlıyı canlandırmıştı. Rubin, daha önce hiç tanımadığı bu insanın sadece repertuvarının değil kendisinin de destansı bir karakter taşıdığını fark etti ve yayımlanacak ilk albümün ethos’u da açığa çıkıyordu.

Karar verdiler, albüm Delia’s Gone ile açılacaktı. Cash, Rubin’in önerdiklerini de sevmişti. Mahvettiği hayatların listesi buradan cehenneme kadar uzanan (Thirteen, Danzig), içindeki canavarla baş etmek için tanrıya sığınan (Beast in Me, Nick Lowe), günahkarları arındıracak nehre doğru tren yolculuğu yapan (Down There by the Train, Tom Waits), özgürlüğün peşinde koşmuş ama geçmiş hatalarının yükünü de vicdanında taşıyan (Bird on the Wire, Leonard Cohen), yaşamı boyunca hiç ağlayamamış lakin tıkıldığı tımarhanede yağan yağmurla ağlamaya başlayan ve sonuçta susuzluktan ölen (The Man Who Couldn’t Cry, Loudon Wainwright III) şarkı kahramanları, Cash’in söylemiyle kusursuz uyum sağlamış, şarkılar başkalarının olmaktan çıkıp -sanki sözünü müziğini az önce bizzat yazmışçasına- ona ait olmuştu.
Vietnam gazilerinin yaşadığı savaş sonrası travmayı anlatan Drive On ve yine savaşı arka plana alıp yeni bir başlangıç yapmanın gereğini vurgulayan Like a Soldier, Cash’in Mercury döneminde yazdığı ama kendini hazır hissetmediği için albümlerine almadığı iki şarkıydı; Kris Kristofferson’ın zamanında Cash’in “yalnız başına eve dönerken tüm yanlış yollara sapmıştı” dizesinden ilham alarak yaptığı bestesi The Pilgrim, Chapter 33 ile beraber üçleme oluşturuyorlardı.
Cash, evine geri dönmüştü.

Kapak görseli için, Cash’i ıssızlığın ortasında bir vaiz olarak gösteren fotoğraf seçildi ve American Recordings, 26 Nisan 1994’de yayımlandı.
Albüm müzik basınından büyük takdir gördü. Los Angeles Times, hem folklorik zenginliğe sahip tonuyla hem de iyiyi ve kötüyü farklı oranlarda temsil eden zengin karakteriyle albümü Clint Eastwood’un Unforgiven filmine benzetiyor, şarkıcı için bir dönüm noktası olarak niteliyordu. Yirmi yıl aradan sonra ilk defa sayfalarında sanatçıya yer veren Rolling Stone, albümü Johnny Cash efsanesine son derece sadık ve tamamen çağdaş olarak nitelendiriyordu: “Hemingway’in yazımını anımsatan bir kontrol. Hiçbir duygu abartılmamış, hiçbir duygusallığa yer verilmemiş, ancak her titreme, her ses tonu değişikliği, her satırdaki her duraklama şahsi bir kıyamet gibi yankılanıyor.”
Anton Corbijn’in, Delia’s Gone için yönettiği klip, albümün apokaliptik ve karanlık yönünü başarıyla siyah beyaza çeviriyor, Rubin’in tasavvurunu tamamlıyordu.
American Recordings, ilk iki ayda 80 bin, yılın sonunda 150 bin gibi mütevazı satış adedine ulaştıysa da bu sayılar ikili tarafından başarı olarak algılandı çünkü 1971’den bu yana hiç bir Cash albümü bu kadar çok satmamıştı. Cash’in bu dönemde yaşadığı yegane hayal kırıklığı, albümün country müzik camiası tarafından soğuk karşılanması oldu. Öyle ya, emekliye ayrılmış bir sanatçı, dışarlıklı bir prodüktörle çalışmış ve rock parçalarını söylemişti, üstelik yaptığı müziğe country de denilemezdi.


Hesaplaşmayı sonraya bırakarak önlerine baktılar. Neticede Rubin daha iyisini yapacaklarına emindi, Cash uzun süredir olmadığı kadar mutluydu, öyle ki, kızı Rosanne Cash, babasının Rubin sayesinde -neredeyse- hayatının kurtulduğunu düşünüyordu.
Öyleydi de. Cash, bu süreçte torunları yaşındaki rock dinleyicisine de seslenmeye, Glastonbury gibi prestijli rock festivallerine davet edilmeye başlamıştı. Eski dinleyici kitlesi bu değişim süreciyle empati kurmakta zorlanıyorsa da, yeni yeni kazanmaya başladığı genç rock dinleyicisi, gözlerinin önünde bir efsanenin dirilişini hayranlıkla izliyordu.
American Recordings, 1995’de en iyi çağdaş folk albümü kategorisinde Grammy ödülünü aldı. Cash’i o gece en çok mutlu eden ise, aynı törende en iyi geleneksel folk albümü kategorisindeki ödülü World Gone Wrong ile Bob Dylan’ın almasıydı. İki eski dost yine buluşmuşlardı.
Rubin ve Cash yola devam ettiler. Sonraki albüm için ellerinde yeteri kadar malzeme vardı ama kazanmaya başladıkları yeni nesil dinleyici kitlesine, onların aşina olduğu dilde ve elektrikli bir albüm yapma fikri, her ikisi tarafından da hızlıca benimsendi. Rubin, kök müzik türlerine bağlı, Cash’i ataları arasında gören, country müziğin klişelerinden uzak çalabilecek ve en önemlisi, rock müziğin tavırlı dilini bilen müzisyenlerle iyi sonuç alınacağından emindi. Tom Petty & the Heartbreakers bu iş için biçilmiş kaftandı. Rubin, Cash’i, kariyerinin en iyi albümünü yapabileceğine inandırmıştı, hem de bunun bedeli, eski hayranlarını kızdırmak olsa dahi…

American Recordings’te olduğu gibi yeni albüm için şarkı önerilerinin çoğu yine Johnny Cash’den gelmişti. Rubin’in bazı önerileri cüretkardı; klasikleşmiş Soundgarden parçası Rusty Cage’i masaya koyduğunda, Tom Petty dahi itiraz etmiş, tatminkar bir sonuç alınamayacağını iddia etmişti. Yanılıyordu, Rubin’in çabaları sonucunda ikna olan Cash, şarkıyı mükemmel yorumladı ki bestecisi Chris Cornell dinlediğinde, bundan daha iyisinin bir parçasının The Beatles tarafından yorumlanması olacağını söylemişti. Benzer şekilde, Rubin’in önerdiği Rowboat (Beck) ve Spiritual (Spain), Cash’in tavrına ve sesine uymuş, The Heartbreakers’ın muhteşem düzenlemeleri ve eşliğiyle birer country-rock klasiği kıvamına kavuşmuştu.
The Heartbreakers aynı yaklaşımı, Cash besteleri ve klasikleşmiş country parçaları için de uyguladı; 40 yıl öncesinin tembelce salınan parçaları, Country Boy ve Mean Eyes Cat’ten, ortalığı kasıp kavurmaya aday saldırganlıkta şarkılar çıktı. Kısa süre önce kaybettiği kardeşi için yaptığı yeni bestesi, Meet Me Heaven ve dostluğundan, müzikal ortaklığından büyük haz aldığı Tom Petty’nin bestesi Southern Accent da eklenince, yeni albümün çatısı kurulmuştu.
Kapak görseli için, siyahlar giymiş Cash’i, yanında gitar kutusuyla eski bir kulübenin ahşap duvarı önünde gösteren bir fotoğraf seçildi. Asi Cash fotoğrafı görevini yapmıştı, sıra görmüş geçirmiş müzisyen Cash’deydi ve Unchained 5 Kasım 1996’da yayınlandı.

Yıllar geçtikçe birçok parçası müzikseverler için mücevher değerine ulaştıysa da Unchained beklenen ilgiyi görmedi, satışlar ilkinden daha kötüydü. Müzik basını kıdemli bir müzisyenin geri dönüşü için görevini yerine getirmiş sayıyordu, albüm kendine, basında ve radyolarda, ilkiyle kıyaslanmayacak ölçüde az yer buldu. Ancak Grammy Seçiçiler Kurulu, sektörle hemfikir değildi; Unchained, 1998’de en iyi country albümü kategorisinde ödülü kaptı. İkili için bu öncekinden daha tatlı bir başarıydı, ne de olsa, country müziğin başkenti ve Cash’in geri dönüşü karşısında sessizliğe bürünmüş Nashville’in o yıl ürettiği en iyi albümlerle girdikleri rekabetten galip çıkmışlardı.
İntikam soğuk yenen bir yemektir. Rubin ve Cash, bu başarıyı Billboard dergisine verdikleri ilanla kutladılar. 1969’daki efsanevi San Quentin konseri esnasında çekilmiş ve Cash’in kameraya orta parmağını gösterdiği meşhur fotoğrafı kullandılar. Ekledikleri metin, mesajı daha net şekilde iletiyordu: “American Recordings ve Johnny Cash, Nashville müzik camiasına ve country radyolarına destekleri için teşekkür eder.”
Cash’in bedeni teslim olmak üzereydi, bu süreçte defalarca yoğun bakımda tedavi gördü, ikisinde komaya girdi. Her defasında bedeni dayanıklılığını biraz daha kaybetmiş halde hastaneden çıktı.

Üçü hariç cover’lardan oluşan, serinin üçüncü albümü American III: Solitary Man 17 Ekim 2000’de yayımlandı. Cash yalnız, tek başına bir insandı (Solitary Man, Neil Diamond), hatta hiç kimseydi (Nobody, Bert Williams), karanlığın yaklaştığının (I See a Darkness, Will Oldham), zavallı bir yolcu olarak yolun sonuna geldiğinin (Wayfaring Stranger, Anonim) farkındaydı, terketmeye hazırdı (I’m Leavin’ Now, Cash), ölmekten korkmuyordu (The Mercy Seat, Nick Cave, Mick Harvey). Bunlara rağmen geri adım atmaya da niyetli değildi (I Won’t Back Down, Tom Petty, Jeff Lynne).
5 Kasım 2002’de piyasaya sürülen American IV: The Man Comes Around, hayattayken yayınlanan son albümü oldu. Olanca bozuk sağlığına rağmen, Cash direniyordu. İki biyografi kitabı yazmıştı ama hikayesini asıl müziği aracılığıyla anlatmak, ortaya müzikal ve kişisel bir otoportre çıkarmak istiyordu. Bunlar son kayıtları olacaksa, bir müzisyen ve bir insan olarak kim olduğunu anlatan bir yol haritası olmalıydı.
Rick Rubin, yine aykırı önerilerle gelmişti: Personal Jesus (Depeche Mode) ve Hurt (Nine Inch Nails, Trent Reznor). Cash, sözleri ve besteleri sevmiş ancak her ikisi de bestecilerinin imza şarkısı haline gelmiş şarkılarken, öneriyi tereddütle karşıladı. Bu durumu bir düello olarak kabul etti ve her ikisinden de galip çıktı. Reznor, kendi yazdığı sözleri Cash’in bu denli derin şekilde anlamlandırması karşısında şaşkınlığa uğrayacak ve şarkının artık kendisine ait olmadığını söyleyecekti.

Albüm, ayrıca Cash’den geriye kalacak son büyük bestesini de içeriyordu. Yeni Ahit’teki Vahiyler’den ilham alarak, kıyamet gününü ve ilahi hesaplaşmayı tasvir ettiği sözleriyle The Man Comes Around, inançlı bir insan olarak yaşamış Cash’in, Hristiyan kültürüne bıraktığı son eseri olacaktı.
Johnny Cash bir yıl kadar daha yaşadı, çok sevdiği karısının ölümünü gördükten beş ay sonra, 12 Eylül 2003’de son nefesini verdi.
Rick Rubin çalışmaya devam etti, ilk dört volümün kayıtlarından arta kalanlardan bir kutu set olarak hazırladı, Cash’in ölümünün hemen ertesinde, 25 Kasım 2003’de, Unearthed adıyla yayımladı. 4 Temmuz 2006’da serinin beşinci albümü olarak piyasaya çıkan American V: A Hundred Highways, Cash’in 37 yıl sonra ilk kez 1 numaraya yükselen albümü oldu, aynı yıl altın plak ödülü aldı. 23 Şubat 2010’da yayımlanan ve Nashville ekolünden müzisyenlerin klasikleşmiş parçalarını içeren American VI: Ain’t No Grave, bir öncekiyle aynı dönemde, Cash’in son birkaç ayında, sadece gitarlar ve tuşlu çalgılar eşliğinde kaydedilmiş parçalardan oluşuyordu. Bunlar da Cash’in magnum opus’undaki ve bir anlamda epik vasiyetnamesindeki yerini aldı.
Oğlu John Carter Cash’e göre, hazırlanmayı bekleyen başkaları da var ve belki de Cash’in hep hayalini kurduğu siyahi ilahiler albümüne yetecek kadar kaydı da vardır arşivde.
Rick Rubin’in iddia ettiği üzere en iyi albümleri olduğu tartışmalı olsa da, American Recordings kayıtları, Johnny Cash’in -en az- kariyerinin başında Sun Records için ya da takiben Columbia’daki ilk yıllarında yaptığı albümler mertebesinde. Cash, yaşamın kendisine verdiği ikinci şansı tepmemiş, aldığı ya da adına alınan cesur kararlarla, sanatını yeniden inşa etmiş bir sanatçı. Country müziğin krallığından zoraki emekliye ayrılmış bir müzisyen iken, kanaatim şudur ki, konfor alanının dışına çıkması, kendisine çizilen rolü oynamayı kabullenmemesi ve yeninin getireceklerinden korkmadan ilerlemeyi becermesi, başarıyı getiren unsurlar oldu.
Değişim sürecini başlatan tabii ki Rick Rubin’in sıradışı iş etiği; yaptıkları ve yaklaşımı bir prodüktörün ne işe yaradığı sorunsalı hakkında uygulamalı ders niteliğinde.

Bu dönemine dair hayranlık duyduğum bir özelliği de, Cash’in, yaşamın kendisinden aldıklarını bir çeşit avantaja çevirebilmiş olması. Sözleri vurgulamada, duyguları açığa vurmada eriştiği ustalık mertebesi, biraz da nefesinin yetmemeye başlamasına karşılık, sesi üzerinde muazzam bir kontrol sağlamayı becerebilmiş olmasının neticesi; varsın entonasyonu bozulmuş olsun.
American Recordings serisi, bize, Johnny Cash’in sanatının en olgun halini sunduğu gibi, aynı zamanda tüm kariyerini özetlediği kayıtlar. Esasında Cash müziğinin, Amerika’nın son iki yüzyılındaki -beyaz, siyah ya da yerli- müzikal üretimden köklendiği ve onu yaşatma gayesi güttüğü düşünüldüğünde, bu kayıtlar aynı zamanda folk ve country müziğe retrospektif bir bakış getiriyor.
Serinin bir başka önemli yanı da icra kalitesi; solo ya da grup eşliğinde olsun, tüm şarkılar abartısız şekilde icra edilmiş, hikayenin ve barındırdığı ahlaki derslerin öne çıkmasını sağlayacak şekilde düzenlenmiş; kusursuz işçilikle icra edilen müziğin, Cash’in öyküye gerçeklik katan vokalinin önüne geçmesine izin verilmemiş.
Country müziğe özel alerjisi olmayan her müziksever, yaşamı ve sanatı destan niteliğindeki bu olağanüstü müzisyenin American Recordings döneminde yaptıklarını dinlemeli. Biliyorum ki zihni açık olanlar bununla yetinmeyecek, Johnny Cash’in modern rock’ın doğumuna yaptığı katkıları işitmek üzere geçmişine de dalacak.
Müzikle kalın, hoş kalın…

• • • • • • • • • • • •






