
Recep Karaş
02/05/2025
ØØ HARD’N’HEAVY ØØ
80’LERİN EN İYİ ALBÜMLERİ
ARASINDAN SEÇKİ
Gençliğini 80’li yıllarda yaşayanlar… En çok neyi hatırlıyorsunuz? Dar paçalı kot pantolonlar, beyaz çoraplar, fönlü-kabarık saçlar, permalar, kot montlar, pek azımızın sahip olduğu deri montlar… 80’ler üzerimizde pek çok iz bıraktı. Dinlediğimiz müzikle neci olursak olalım, o yılları yaşayanlar 80’li yılları iyi hatırlıyordur.
80’ler denince tabii ilk akla gelen Pop müzik. 80’leri bu müzik şekillendirdi diyebiliriz. Ama 80’ler Pop’tan ibaret değildi. 80’lerin Rock, Hard Rock ve Heavy Metal’i de iz bıraktı bizde. “I Want my MTV” kulaklarımıza nasıl yapıştı hatırlayın…
Dünyanın pek çok yerinde 80’ler geceleri düzenlenir. Hemen hemen hepsinde çalınan/icra edilen parçalar Pop parçalarıdır. Peki Rock/Hard Rock/Heavy Metal? Bunlarsız 80’ler olur mu? Elbette olmaz. Hadi 80’lere damga vurmuş Hard ‘n’ Heavy albümlerinden bazılarını gelin bir hatırlayalım bakalım….
Yazının başlığı “En İyi”lerden bir seçki. Bir şeyin ‘En İyi’si diyebilmek. Bu zor bir karar. Kime göre, neye göre? İnternet ortamında müziğe odaklanan sayısız web sitesi var. Herhangi bir başlıkta, birbirinden kısmen ya da tamamen farklı o kadar çok değerlendirme yazısı var ki… Sonuç olarak o yazılar da birinin kaleminden çıkıyor.
Görecelilik gerçeğiyle karşılaştığımız nokta tam da burası. Hiçbir değerlendirme ‘tarafsız’ olamıyor. Herkesin kendi kişisel tercihleri bu seçimlerin şekillenmesine sebep oluyor. Tıpkı bu yazıda benim kişisel tercihlerimin bu listenin şekillenmesinde etkili olması gibi…
Aşağıda vereceğim listede yer almayan sayısız albümü bana hatırlatacaklar, biliyorum. Listeyi şöyle oluşturdum:
Önce sevdiğim grupları listeledim, ardından onların sevdiğim albümlerini sıraladım. Sonra bunların arasından daha çok sevdiklerimi, dinlediklerimi seçtim. Bir isimden sadece bir albüm almaya karar verdim. Liste yine de uzundu. Sonra başka bir yazının konusu olabilecekleri de eledim. Nihayetinde aşağıdaki 22 albümlük listeyi elde ettim.
Dediğim gibi eksik olarak görülecek albümler kesinlikle vardır. Pehlivan tefrikasına döndürmemek adına birçok albümü liste dışı bırakmak durumundaydım.
İyi okumalar…
JUDAS PRIEST – Screaming for Vengeance (1982)
Judas Priest… Birçok Heavy Metal grubunun vaftiz babası. Gelenekleri sarsan, şekillendiren, gerçek boyutlu Heavy Metal’i bünyesinde barındıran ve metalin daha karanlık saflarını etkisi altına alan Black Sabbath’ın aksine Melodik Metal gruplarını etkisine almıştır. Grubun 1982 tarihli Screaming for Vengeance albümü Heavy Metal tarihinin mihenk taşlarından biri olarak görülüyor. 80’lerin Heavy Metal’inin en iyilerinin gerçek bir özeti gibi. Albüm aynı zamanda, grubun daha ağır ve elektrikli bir döneme geçişini de simgeliyor. Kısa ama etkileyici enstrümantal The Hellion, hemen ardından gelen Electric Eye ile birleşerek dinleyiciyi adeta bir müzikal yolculuğa çıkarıyor. Müzik sizi hemen sarmalamaya başladı bile. Kapaktaki metalik kartal gibi, müzik üzerinize çökecek ve sizi yere çivileyecek. Glenn Tipton / K.K. Downing ikilisi en iyi performansını sergiliyor. Tipton bu ilk parçada muhteşem bir imza atıyor. Rob Halford, neredeyse robotik bir sesle, henüz çok tiz olmayan olağan stili arasında gidip geliyor. Albümdeki gitar tonları, Glenn Tipton ve K.K. Downing’in ustalığını sergiliyor. Bu ikili, Rock tarihinin en etkileyici gitar ikililerinden biri olarak kabul ediliyor. Ayrıca, Rob Halford’un vokal performansı, albümün enerjisini ve duygusal derinliğini artırıyor. Albümdeki şarkılar hem melodik hem de sert yapılarıyla dikkat çekiyor. Örneğin, Riding on the Wind parçası, grubun klasik dönemine bir selam niteliğinde ve Dave Holland’ın çifte bas davul tekniğiyle Heavy Metal davulculuğunda yeni bir trend başlattığı bir an olarak öne çıkıyor.


You’ve Got Another Thing Comin’ ise albümün en popüler parçalarından biri ve radyo dostu yapısıyla geniş bir dinleyici kitlesine ulaşmayı başarmış. Screaming for Vengeance ise grubun hem lirik hem de müzikal olarak zirveye ulaştığı parçalara güzel bir örnek.
Screaming for Vengeance, sadece Judas Priest‘in kariyerinde değil, Heavy Metal türünün gelişiminde önemli bir yere sahip albümdür.
DIO – Holy Diver (1983)
Ronnie James Dio‘nun solo kariyerine başladığı bu albüm hem eleştirmenlerden hem de dinleyicilerden büyük övgü almıştır. Albüm, Dio‘nun güçlü vokalleri, Vivian Campbell’ın etkileyici gitarı ve Vinny Appice’in dinamik davul performanslarıyla dikkat çeker. Albüm, Stand Up and Shout ile başlar; bu parça, enerjik temposu ve isyankar sözleriyle Heavy Metalin temel unsurlarını yansıtır. Ardından gelen Holy Diver, albümün en ikonik parçalarından biridir ve Vivian Campbell’ın unutulmaz gitar riff’leriyle öne çıkar. Don’t Talk to Strangers, akustik bir girişle başlayıp güçlü bir tempoya dönüşerek Dio‘nun vokal aralığını ve duygusal derinliğini sergiler.


Albümün ikinci yarısı, Straight Through the Heart ve Rainbow in the Dark gibi parçalarla devam eder. Rainbow in the Dark, özellikle klavye melodisi ve enerjik solosuyla albümün en popüler şarkılarından biri olmuştur. Albümün genel teması, mitolojik ve fantastik unsurlarla harmanlanmış iyi ve kötü arasındaki mücadeleyi işler.
OZZY OSBOURNE – Bark at the Moon (1983)
Ozzy Osbourne‘un Bark at the Moon albümü, Jake E. Lee’nin grupla ilk çalışması olarak dikkat çeker. Randy Rhoads’un ardından gelme bedbahtlığını yaşayan Jack E. Lee, kanımca onun yerini almaya çalışmanın inanılmaz zorluğunu yaşamıştır ve elinden gelenin en iyisini vermiştir. Açılış parçası Bark at the Moon, Jake E. Lee’nin etkileyici gitar riff’leriyle öne çıkar ve albümün en ikonik parçalarından biri olarak kabul edilir. Rock ‘n’ Roll Rebel ve Centre of Eternity gibi parçalar, albümün enerjik ve karanlık atmosferini yansıtır. Ancak, albümdeki So Tired ve You’re No Different pop etkileri nedeniyle biraz eleştiri almıştır.


Albüm genel olarak karanlık ve fantastik unsurlarla harmanlanmış bireysel mücadele ve isyan gibi konuları işler. Waiting For Darkness gibi parçalar, albümün lirik derinliğini ve Ozzy‘nin vokal yeteneğini sergiler. Ayrıca, albümdeki klavye kullanımı ve melodik yapı, albümün müzikal çeşitliliğini artırmıştır. Vinny Appice’in yerine gelen Tommy Aldridge albüme dinamik bir enerji katmıştır. Aldridge’in güçlü ve ritmik davul çalışmaları, özellikle Rock ‘n’ Roll Rebel ve Centre of Eternity gibi parçalarda belirgin bir şekilde hissediliyor. Onun çift bas davul tekniği, albümün temposunu ve enerjisini artıran önemli bir unsur olmuştur. Bob Daisley’in bas performansı ise albümün ritmik temelini oluşturuyor. Daisley, bas gitarıyla şarkılara derinlik ve yoğunluk katıyor. Özellikle Now You See It (Now You Don’t) ve Waiting for Darkness gibi parçalarda, bas gitarın melodik yapıya olan katkısı dikkat çekiyor.
SCORPIONS – Love at First Sting (1984)
Scorpions’un 1984 tarihli Love at First Sting albümü, Hard Rock türünün en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilir. Albüm, grubun ticari başarısının zirvesine ulaştığı ve uluslararası arenada büyük etki yarattığı bir dönemi temsil eder.
Albüm, Bad Boys Running Wild ile başlar; bu parça, Matthias Jabs’ın enerjik gitar riff’leriyle dikkat çeker ve albümün sert ve melodik yapısını mükemmel bir şekilde yansıtır. Ardından gelen Rock You Like a Hurricane, albümün ve grubun sembol parçalarından biri olarak öne çıkmış ve grubun dünya çapında tanınmasını sağlayan bir hit olmuştur. Big City Nights ve Still Loving You gibi parçalar, albümün melodik çeşitliliğini ve duygusal derinliğini sergiler.


Albümdeki teknik detaylar da oldukça etkileyicidir. Klaus Meine’nin vokal performansı, albümün enerjisini ve duygusal yoğunluğunu artırmış, albümün melodik yapısı Rudolf Schenker ve Matthias Jabs’ın gitarları üzerine inşa edilmiştir. Herman Rarebell’in ritmik davulları albümün temposunu ve dinamizmini desteklerken, basçı Francis Buchholz’un performansı, şarkılara derinlik ve yoğunluk katmıştır.
DEEP PURPLE – Perfect Strangers (1984)
60 ve 70’lerin Rock’ını birkaç grupla tarif et deseler, bunlardan biri kesinlikle Deep Purple olurdu. Deep Purple‘ın on yıla yaklaşan bir ayrılıktan sonra 1984’te yayınladığı Perfect Strangers albümü, grubun efsanevi Mark II kadrosunun yeniden birleşmesini simgeleyen bir başyapıt. Grubun en iyi albümleri arasında kendine bir yer bulan bu albüm, grubun klasik Hard Rock tarzını modern bir yaklaşımla harmanlayarak hem nostaljik hem de yenilikçi bir deneyim sunuyor.
Açılış parçası Knocking at Your Back Door, Jon Lord’un Hammond orguyla yaptığı uzun ve etkileyici girişle dinleyiciyi hemen etkisi altına alıyor. Ian Gillan’ın vokalleri, Ritchie Blackmore’un gitar soloları ve Roger Glover ile Ian Paice’in ritmik uyumu, parçayı unutulmaz kılıyor. Perfect Strangers adlı şarkı ise albümün en dikkat çekici anlarından biri; Led Zeppelin’in Kashmir parçasını akıllara getiren ağır ve etkileyici bir ritme sahip. Bu şarkı Deep Purple‘ın müzikal olgunluğunun zirvesi.


Albümdeki diğer parçalar, grubun klasik tarzını korurken 80’lerin müzikal trendlerine uyum sağlıyor. Örneğin, A Gypsy’s Kiss, Rainbow dönemini hatırlatan hızlı bir ritme ve enerjik gitar sololarına sahip. Bu parça, Blackmore’un gitarda kıvılcımlar çıkarmaya geldiği ve kısa süre sonra synth’in katıldığı hızlı bir ritim üzerine inşa edilmiştir. Wasted Sunsets ise albümün duygusal yoğunluğunu artıran bir ballad olarak öne çıkıyor. Albüm uzun ve gösterişli parçalar yerine 4-5 dakikalık kısa ve özlü kompozisyonlarla dikkat çekiyor, bu da albümün modern bir yaklaşım benimsediğini gösteriyor.
Perfect Strangers, Deep Purple‘ın yeniden doğuşunu ve müzikal gücünü kanıtlayan bir albüm olarak kabul edilir. Hem klasik hayranlar hem de yeni dinleyiciler için etkileyici bir deneyim sunan bu albüm, grubun Hard Rock’taki yerini sağlamlaştırmıştır.
AC/DC – Who Made Who (1985)
AC/DC‘nin 1985 tarihli Who Made Who albümü, Stephen King’in Maximum Overdrive filmi için hazırlanan bir soundtrack olmasının yanı sıra, grubun geçmiş hitlerini ve yeni materyallerini bir araya getiren bir derleme niteliği taşır.
Albüm, adını taşıyan Who Made Who parçasıyla öne çıkar. Bu şarkı, Brian Johnson’ın güçlü vokalleri ve Angus Young’ın etkileyici gitar riff’leriyle dikkat çeker. Şarkının enerjik yapısı ve akılda kalıcı nakaratı, albümün en büyük hitlerinden biri olmasını sağlamıştır. Ayrıca, albümde yer alan iki enstrümantal parça, D.T. ve Chase the Ace, grubun müzikal çeşitliliğini sergilerken, Angus Young’ın gitar ustalığını da gözler önüne seriyor.


Albümdeki diğer parçalar, grubun önceki albümlerinden seçilmiş hitlerden oluşur. Örneğin, Hells Bells ve You Shook Me All Night Long, Back In Black albümünden alınmış ve albümün nostaljik yönünü güçlendirmiştir. For Those About To Rock (We Salute You) ve Ride On gibi şarkılar ise grubun farklı dönemlerini temsil eder. Ancak, bazı eleştirmenler, bu parçaların albüme eklenmesinin daha çok ticari bir strateji olduğunu belirtmiştir.
Who Made Who, AC/DC‘nin hem yeni hem de eski hayranları için bir köprü görevi görmüştür
METALLICA – Master Of Puppets (1986)
Master of Puppets Thrash Metal’in zirvesi. Albüm, Metallica‘nın müzikal olgunluğa eriştiği ve hem teknik hem de lirik açıdan derinleştiği bir dönemi temsil eder. Cliff Burton’ın trajik ölümünden önceki son albüm olması, bu çalışmanın anlam ve önemini artıran bir unsur.
Albüm, Battery ile başlar; bu parça, akustik bir girişle dinleyiciyi yanıltarak ardından gelen yoğun Thrash Metal saldırısıyla şaşırtır. Master of Puppets adlı başlık parçası, albümün en dikkat çekici anlarından biridir ve metal tarihinin en ikonik riff’lerinden birine sahiptir. Şarkının lirik teması, bağımlılık ve kontrol üzerine derin bir eleştiri sunar. Welcome Home (Sanitarium) ise, melodik yapısıyla albümdeki duygusal yoğunluğu artırır ve grubun daha düşük tempolu şarkılarda da ne kadar etkileyici olabileceğini gösterir.


Albümdeki diğer parçalar, grubun teknik ustalığını ve yaratıcı gücünü sergiler. Disposable Heroes ve Damage, Inc. gibi şarkılar, yüksek tempoları ve karmaşık yapılarıyla dikkat çeker. Orion adlı enstrümantal parça ise, Cliff Burton’ın klasik müzik etkilerini ve bestecilik yeteneklerini gözler önüne serer
Master of Puppets, sadece Metallica‘nın kariyerinde değil, Heavy Metal dünyasında paralel bir evrenin kapılarını sonuna kadar aralamıştır. Hem müzikal hem de lirik açıdan bir başyapıttır.
TESLA – Mechanical Resonance (1986)
Hard Rock’ın gizli hazinelerinden biri… Tesla‘nın 1986 tarihli Mechanical Resonance albümü. Albüm, grubun ilk stüdyo çalışması olmasına rağmen hem teknik ustalığı hem de duygusal yapısıyla dikkat çekiyor. Tesla, bu albümle 80’lerin Hard Rock sahnesinde kendine sağlam bir yer edinmiştir.
Albüm, EZ Come EZ Go ile başlıyor; bu parça, enerjik bir giriş sunarak dinleyiciyi hemen etkisi altına alıyor. Cumin’ Atcha Live ve Rock Me to the Top gibi şarkılar, grubun güçlü riff’leri ve dinamik temposuyla öne çıkıyor. Modern Day Cowboy, albümün en ikonik parçalarından biridir ve Tesla‘nın hem lirik hem de müzikal olarak ne kadar etkileyici olabileceğini gösteriyor. Ayrıca, Little Suzi adlı parça, folk etkileriyle albüme taze bir hava katıyor.


Teknik açıdan, gitaristler Frank Hannon ve Tommy Skeoch’un performansları, albümün en dikkat çekici unsurlarından biri. İkili hem melodik hem de sert tonları ustalıkla birleştirerek albüme derinlik katıyor. Jeff Keith’in vokalleri, albümün duygusal yoğunluğunu artırırken, Troy Luccketta’nın davul çalışmaları ve Brian Wheat’in bas performansı, albümün ritmik temelini oluşturuyor.
Mechanical Resonance, Tesla‘nın yeteneklerini ve müzikal vizyonunu sergileyen bir başyapıt. Albüm hem nostaljik bir deneyim sunar hem de Hard Rock türünün en iyi örneklerinden biri olarak öne çıkar.
WHITESNAKE – 1987 (1987)
Hard Rock tarihinin en önemli eserlerinden biri daha… 1987 isimli albüm, grubun müzikal evriminde bir dönüm noktasıdır ve David Coverdale’ın liderliğinde Whitesnake‘in Rhythm and Blues’dan daha sert bir müziğe geçiş yaptığı ve uluslararası arenada büyük bir başarı yakaladığı bir dönemi temsil eder.
Albümün kayıtları oldukça sancılı geçmiştir. Coverdale’in kişiliği o dönemki grup üyelerinin grupta kalıcılığının önüne geçmiştir. Aralarında John Sykes, Don Airey, Neil Murray, Aynsley Dunbar ile bazı parçalarda ilave gitarları çalan Adrian Vandenberg ile Dan Huff da bulunmaktaydı. Albüm bu kişilerle kaydedildikten sonra, Coverdal ile diğer isimler arasındaki anlaşmazlıklar çözümsüz kalınca herkes birer birer ayrıldı. Böylece müzik tarihinin en ilginç hikayelerinden birine imza atıldı: Albümü kaydeden kadro ile albüm turnesine çıkan, video kliplerinde oynayan kadro farklıydı. Coverdale apar topar baterist Tommy Aldridge ile Adrian Vandenberg’i kadroya aldı. Ardından Dio’dan tanıdığımız Vivian Campbell ile Quiet Riot basçısı Rudy Sarzo’yu kadroya kattı.


Neyse konumuza dönelim. Albüm Still of the Night ile başlar; bu parça, Led Zeppelin etkilerini hissettiren güçlü riff’leri ve dramatik yapısıyla dikkat çeker. Here I Go Again ve Crying in the Rain gibi parçalar, grubun önceki albümlerinden yeniden düzenlenmiş versiyonlarıdır ve bu yeni düzenlemeler, şarkılara daha modern ve metalik bir hava katmıştır. Is This Love ise albümün en popüler balladlarından biri olarak öne çıkar ve duygusal yoğunluğuyla dinleyicileri etkiler.
Albüm hem ticari başarısı hem de müzikal çeşitliliğiyle Whitesnake‘in kariyerinde bir dönüm noktası olmuştur. Aynı zamanda Whitesnake‘in Hard Rock sahnesindeki yerini sağlamlaştıran ve grubun uluslararası başarısını perçinleyen bir albümdür.
DEF LEPPARD – Hysteria (1987)
Hysteria Def Leppard’ın en büyük başarılarından biri. Albüm, grubun müzikal vizyonunu zirveye taşıyan ve hem ticari hem de sanatsal açıdan büyük etki yaratan bir albümdür. Hysteria, grubun önceki albümü Pyromania’nın başarısını aşmayı hedefleyen bir proje olarak tasarlanmış ve bu hedefe fazlasıyla ulaşmıştır.
Açılış parçası Women enerjik riff’leri ve güçlü vokalleriyle dikkat çekiyor. Ardından gelen Rocket ve Animal, albümün melodik yapısını ve akılda kalıcı nakaratlarını sergiliyor. Love Bites, albümün en popüler balladlarından biri olarak öne çıkıyor ve duygusal yoğunluğuyla dinleyenleri sarıp sarmalıyor. Pour Some Sugar on Me, albümün en büyük hitlerinden biridir ve grubun dünya çapında tanınmasını sağlayan bir şarkı olmuştur.


Teknik açıdan, albümdeki prodüksiyon kalitesi dikkat çekicidir. Robert John “Mutt” Lange’in prodüktörlüğünde, albümdeki her detay titizlikle işlenmiş ve mükemmel bir ses kalitesi elde edilmiştir. Rick Allen’ın özel olarak tasarlanmış davul kitiyle sergilediği performans, albümün ritmik temelini oluştururken, Phil Collen ve Steve Clark’ın gitarları, albümün melodik ve sert yapısını güçlendirmiştir. Joe Elliott’ın vokalleri ise albümün enerjisini ve duygusal derinliğini artırmıştır.
Albüm hem ticari başarısı hem de müzikalitesiyle Def Leppard‘ın dönem itibariyle kariyerinin zirve noktasıdır.
GARY MOORE – Wild Frontier (1987)
Gitarı ağlatan adamdan Hard Rock ve İrlanda folkloru etkilerinin mükemmel harmanı olan bir albüm. Wild Frontier, Gary Moore‘un solo kariyerindeki İrlanda kökenlerini müzikal olarak en çok yansıttığı çalışmalardan biri olarak kabul edilir.
Albüm, Over the Hills and Far Away ile başlar; bu parça hem melodik yapısıyla hem de İrlanda esintileriyle dikkat çeker. Şarkı, Gary Moore‘un gitar ustalığını ve duygusal derinliğini sergilerken, Neil Carter’ın klavye katkıları da parçaya zenginlik katıyor. Thunder Rising, enerjik temposu ve kısa ama etkileyici İrlanda motifleriyle albümün öne çıkan şarkılarından biridir. Johnny Boy ise, Phil Lynott’a (Thin Lizzy) bir saygı duruşu niteliğinde olan duygusal bir balladdır ve albümün en dokunaklı anlarından birini sunar.


Teknik açıdan, Gary Moore‘un gitarı albümün merkezinde yer alır. Onun melodik ve teknik açıdan etkileyici soloları, özellikle The Loner adlı duygusal yoğunlukla sadeliği bir araya getiren enstrümantal parçada kendini gösterir. Albümde bir davulcu yerine bir ritim makinesi kullanılmış olması, bazı eleştirmenler tarafından tartışmalı bulunsa da bu tercih albüme modern bir dokunuş katmıştır. Bob Daisley’in bas performansı ise şarkılara sağlam bir temel oluşturur.
Albümün genel teması, İrlanda folklorundan esinlenen hikayeler ve duygusal derinlik etrafında şekillenir. Wild Frontier adlı başlık parçası hem melodik yapısıyla hem de güçlü klavye kullanımıyla dikkat çeker. Friday on My Mind adlı Easybeats cover’ı ise albüme farklı bir enerji katar.
Kısaca Wild Frontier dinleyenler için eşsiz bir deneyim.
HELLOWEEN – Keeper of the Seven Keys – Part 1 (1987)
Helloween‘in 1987 tarihli Keeper of the Seven Keys-Part 1 albümü, Avrupa tarzı Power Metal türünü simgeleyen en önemli albümlerden biri. Bu albüm, grubun müzikal vizyonunu genişlettiği ve hem teknik hem de lirik açıdan derinleştiği bir dönemi temsil eder. Michael Kiske’nin vokalist olarak gruba katıldığı ilk albüm olması, bu çalışmayı daha da özel kılar.
Albüm, Initiation adlı kısa bir enstrümantal girişle başlar ve ardından gelen I’m Alive, enerjik temposu ve güçlü vokalleriyle dinleyiciye kanca atar. Twilight of the Gods ve Future World gibi parçalar, albümün melodik yapısını ve akılda kalıcı nakaratlarını sergiler. A Tale That Wasn’t Right, albümün duygusal yoğunluğunu artıran bir ballad olarak öne çıkar. Halloween adlı epik parça ise, 13 dakikalık uzunluğu ve karmaşık yapısıyla albümün en dikkat çekici parçalarından biridir.


Teknik açıdan, Kai Hansen ve Michael Weikath’ın gitardaki ustalıkları dikkat çekicidir. İkili hem melodik hem de sert tonları ustalıkla birleştirerek albüme derinlik katıyor. Ritim bölümünde ise Markus Grosskopf bas gitarıyla, Ingo Schwichtenberg de davuldaki performansıyla göz kamaştırır. Ayrıca, albümün prodüksiyonu Tommy Hansen ve Tommy Newton tarafından titizlikle gerçekleştirilmiş ve mükemmel bir ses kalitesi elde edilmiştir.
Albümün genel teması, fantastik hikayeler ve epik mücadeleler etrafında şekillenir. Keeper of the Seven Keys-Part 1, sadece Helloween‘in değil, Power Metal türünün de en önemli albümlerinden biri olarak kabul edilir
DOKKEN – Back for the Attack (1987)
Back for the Attack, Hard Rock ve Heavy Metal’in güçlü bir bileşimi. Bu albüm, Dokken‘in müzikal olgunluğa eriştiği ve hem teknik hem de lirik açıdan derinleştiği bir dönemi temsil eder. Albüm, grubun kariyerindeki en uzun ve en yoğun çalışmalardan biri olarak dikkat çeker.
Albüm, Kiss of Death ile başlar; bu parça, George Lynch’in etkileyici gitar riff’leri ve Don Dokken’in güçlü vokalleriyle albümün enerjisini hemen yükseltir. Dream Warriors, albümün en popüler parçalarından biri olarak öne çıkmış ve Freddy Krueger temalı A Nightmare on Elm Street 3 filminin soundtrack’inde yer almasıyla geniş bir kitleye ulaşmıştır. Mr. Scary adlı enstrümantal parça ise, Lynch’in gitar ustalığını sergileyen bir başyapıt olarak kabul edilir. Heaven Sent ve Burning Like a Flame gibi parçalar, albümün melodik çeşitliliğini ve duygusal derinliğini sergiler.


George Lynch’in melodik ve sert tonları, albümün enerjisini ve dinamizmini artırır. Bas gitarda Jeff Pilson, davulda Mick Brown da kayda değer katkılar sunmuşlardır. Albümdeki prodüksiyon, Neil Kernon tarafından gerçekleştirilmiş ve mükemmel bir ses kalitesi elde edilmiştir.
MANOWAR – Kings of Metal (1988)
Kings of Metal, Heavy Metal türünün en epik ve teatral eserlerinden. Bu albüm, Manowar‘ın “True Metal” hareketini başlattığı ve kendilerini “Metal Kralları” olarak ilan ettiği bir dönüm noktasıdır. Joey DeMaio’nun liderliğinde, albüm hem müzikal hem de lirik açıdan güçlü bir vizyon sunar.
Albüm, Wheels of Fire ile başlar; bu parça, Harley Davidson motorlarının sesleriyle açılır ve ardından gelen hızlı tempolu riff’lerle dinleyiciyi etkisi altına alır. Eric Adams’ın vokal performansı, Ross The Boss’un teknik gitar soloları ve Joey DeMaio’nun etkileyici ve doyurucu bas performansı şarkının enerjisini zirveye taşır. Kings of Metal adlı başlık parçası, grubun felsefesini ve iddiasını yansıtan bir Heavy Metal marşıdır; “The other bands play, Manowar kills!” gibi sözler, grubun kendine güvenini açıkça ortaya koyar.
Albümdeki diğer parçalar, grubun epik ve savaşçı temasını sürdürür. Heart of Steel, piyano ve vokal ağırlıklı bir power ballad olarak öne çıkar ve duygusal yoğunluğu ile dinleyiciyi etkiler. The Crown and the Ring orkestral yapısı ve majestik korolarıyla albümün teatral yönünü vurgular. Ayrıca, Hail and Kill ve Blood of the Kings gibi parçalar, grubun savaşçı ruhunu ve epik hikaye anlatımını mükemmel bir şekilde yansıtır.


Teknik açıdan, albümdeki enstrümantal parça Sting of the Bumblebee, Joey DeMaio’nun bas gitar üzerindeki virtüözlüğünü sergiler ve Rimsky Korsakov’un Flight of the Bumblebee eserine bir saygı duruşu niteliğindedir. Albümün prodüksiyonu, grubun teatral ve epik vizyonunu destekleyen bir ses kalitesi sunar.
Kings of Metal, sadece Manowar‘un kariyeri için değil, sonraki yıllarda başka Heavy Metal gruplarına da ilham vermesiyle büyük öneme sahiptir.
Döneme ait ne resmi video ne konser kaydı bulabildim. O yüzden audio ekledim.
QUEENSRYCHE – Operation: Mindcrime (1988)
Operation: Mindcrime. Sadece kendi türünün değil, genel itibariyle Rock müzik tarihinin en iyi ‘concept’ albümlerinden biri. Queensryche müzikal olgunluğa eriştiği ve hem teknik hem de lirik açıdan kusursuzlaştığı bir döneme denk gelen albüm, politik yozlaşma, dini manipülasyon ve bireysel hayatta karşılaşılan zorluklar, mücadeleler gibi karmaşık temaları işleyen bir hikaye sunar.
Albüm I Remember Now adlı kısa bir intro başlar ve ardından gelen Anarchy-X, dinleyiciyi hikayenin içine çeker. Revolution Calling ve Operation: Mindcrime ile artık hikayenin içindeyiz. Albümün enerjik temposuna dair işaretler vardır bu parçalarda ve akılda kalıcı nakaratlara sahiptirler. Suite Sister Mary, albümün en dikkat çekici anlarından biridir; bu parça, dramatik yapısı, orkestral düzenlemeleri ve Geoff Tate ile Pamela Moore arasındaki vokal düetiyle öne çıkar. The Mission ve Eyes of a Stranger gibi şarkılar ise albümün hikayesini etkileyici bir şekilde tamamlar.


Teknik açıdan, Chris DeGarmo ve Michael Wilton başka gruplarda yer alan daha namlı gitaristler gibi olmayabilirler. Ama birbirlerini çok iyi tamamlayan, beraberliklerinin hakkını fazlasıyla veren bir ikili. Hem melodik hem de sert tonları ustalıkla birleştirerek albüme derinlik katıyorlar. Eddie Jackson’ın bas performansı, Scott Rockenfield’ın güçlü davulları albümün temposunu ve enerjisini destekliyor. Ayrıca, albümdeki kısa diyaloglar ve ses efektleri, hikayenin atmosferini güçlendiren önemli unsurlardır.
Albümün genel yapısı, bir ‘concept’ albüm olarak oldukça etkileyicidir. Hikaye, yozlaşmış bir sistemle mücadele eden Nikki adlı bir karakterin gözünden anlatılır ve dinleyiciyi politik entrikalar, ihanetler ve kişisel çatışmalarla dolu bir dünyaya taşır. Sonuç olarak, tam bir başyapıt…
YNGWIE J. MALMSTEEN’S RISING FORCE – Odyssey (1988)
Odyssey albümü, önceki 3 albümle süregelen yolculuğun bir sonraki durağı, Neoklasik Metal ve Hard Rock’ın eşsiz birlikteliği. Bu albüm, Malmsteen‘in müzikal vizyonunu genişlettiği ve daha melodik bir yaklaşımla dinleyici kitlesini büyüttüğü bir safha. Albüm, Joe Lynn Turner’ın vokalist olarak Malmsteen’e katıldığı ilk albüm ve Turner’ın Rainbow’daki geçmişi, albüme ayrı bir prestij kazandırıyor.
Açılış parçası Rising Force hızlı temposu ve Malmsteen’in etkileyici gitar soundu ve sololarıyla dinleyiciyi hemen hipnotize eder. Hold On ve Heaven Tonight gibi parçalar, albümün daha radyo dostu ve melodik yönünü sergilerken, Dreaming (Tell Me) adlı ballad, Turner’ın vokal yeteneklerini ön plana çıkarır. Albüm baştan sona Malmsteen‘in gitar virtüözlüğünü ve bestecilik yeteneklerini gözler önüne seren şaheserler geçidi gibidir.


Teknik açıdan, albüm, Malmsteen’in Neoklasik Metal tarzını yansıtırken, Jens Johansson’ın klavye performansı şarkılara derinlik ve zenginlik katmıştır. Davulda Anders Johansson’ın dinamizmi, Malmsteen‘in bazı parçalardaki bas gitar performansı da şarkıların ritim altyapısını sağlamlaştırmıştır. Albümün prodüksiyonu yüksek ses kalitesiyle dikkat çeker ve Malmsteen‘in müzikal vizyonunu en iyi şekilde yansıtır.
Malmsteen‘in bir trafik kazası sonrası yaşadığı zorluklar ve annesinin kaybı, albümün duygusal derinliğini artıran unsurlar olarak öne çıkar. Odyssey, Yngwie J. Malmsteen‘in kariyerinin en önemli önemli albümlerinden biri olmasının yanı sıra, Neoklasik Metal türünün en iyi örneklerinden biridir.
HELLOWEEN – Keeper of the Seven Keys – Part 2 (1988)
Power Metal’in bir başka önemli albümü bir devam albümü olan Keeper of the Seven Keys-Part 2. Bu albüm, Part 1’de de olduğu gibi Helloween‘in müzikal vizyonunu genişlettiği ve türün sınırlarını yeniden tanımladığı bir döneme denk gelir. Albüm, epik hikaye anlatımı, melodik yapılar ve teknik ustalıkla dolu bir başka başyapıt olarak kabul edilir.
Albüm, Invitation adlı kısa bir girişle başlar ve ardından gelen Eagle Fly Free, enerjik temposu ve Michael Kiske’nin etkileyici vokallerine bir kez daha şahit oluruz. Dr. Stein ve Rise and Fall gibi parçalar, albümün daha eğlenceli ve mizahi yönünü sergilerken, We Got the Right ve March of Time gibi şarkılar, grubun lirik derinliğini ve melodik gücünü ortaya koyar.


I Want Out, albümün en popüler parçalarından biridir ve özgürlük temasıyla dinleyicilere ilham verir. Albüm, Keeper of the Seven Keys adlı epik parça ile zirveye ulaşır; bu şarkı, karmaşık yapısı ve etkileyici hikaye anlatımıyla albümün en dikkat çekici parçasıdır.
Albüm bir önceki albümün fantastik havasını devam ettirerek hikayenin tamamına vakıf olmamızı sağlıyor.
BLACK SABBATH – Headless Cross (1989)
Headless Cross albümü, Black Sabbath‘ın Tony Martin döneminin en güçlü eserlerinden. Grup bu albümle karanlık ve epik atmosferini yeniden canlandırıyor ve Tony Iommi’nin liderliğinde Heavy Metal’in klasik unsurlarını modern bir yaklaşımla harmanlıyor.
Albüm, Headless Cross adlı başlık parçasıyla başlar; bu şarkı, Tony Martin’in güçlü vokalleri ve Cozy Powell’ın etkileyici davul performansıyla dikkat çeker. Şarkının mistik ve karanlık atmosferi, albümün genel temasını yansıtır. When Death Calls, Queen’den Brian May’in gitar solosuyla öne çıkar ve albümün en dramatik anlarından birini sunar. Devil & Daughter ve Kill in the Spirit World gibi parçalar grubun melodik ve sert yapısını mükemmel bir şekilde dengeler.


Tony Iommi’nin gitarı albümün merkezinde yer alır. Onun riff’leri ve soloları, albümün karanlık ve epik atmosferini güçlendirir. Cozy Powell’ın, Laurence Cottle’ın ve Geoff Nicholls’un katkıları albümün atmosferini zenginleştiren diğer unsurlar.
Albüm genel olarak ölüm, karanlık güçler ve mistik unsurlar etrafında şekillenir. Bu, özellikle Nightwing adlı kapanış parçasında belirgin bir şekilde hissedilir. Hem ticari hem de sanatsal açıdan grubun 80’lerdeki en başarılı çalışmalarından biridir.
MSG (Michael Schenker Group) – Save Yourself (1989)
MSG‘nin. Save Yourself albümü, Melodik Hard Rock ve Heavy Metal’in güzel bir birleşimi. Bu albüm, Michael Schenker ve Robin McAuley’nin iş birliğinin zirvesini temsil eder ve grubun Amerikan müzik piyasasında daha geniş bir kitleye ulaşmasına aracılık eder.
Albüm, Save Yourself adlı başlık parçasıyla başlar; bu şarkı, güçlü riff’leri ve Robin McAuley’nin etkileyici vokalleriyle dikkat çeker. Şarkının enerjik yapısı ve akılda kalıcı nakaratı, albümün en büyük hitlerinden biri olmasını sağlamıştır. Anytime, albümün en popüler baladlarından biri olarak öne çıkar ve duygusal yoğunluğuyla dinleyicileri etkiler. Get Down to Business ve Bad Boys gibi parçalar ise albümün sert ve melodik yönünü mükemmel bir şekilde dengeler.


Michael Schenker‘in melodik ve teknik açıdan etkileyici soloları, albümün enerjisini ve dinamizmini artıran başlıca unsur. Robin McAuley’nin vokalleri, albümün duygusal yoğunluğunu güçlendirirken, basçı Rocky Newton ve davulcu Bodo Schopf performanslarıyla kaliteli bir katkı sağlarlar.
SAVATAGE – Gutter Bullet (1989)
Gutter Ballet, grubun müzikal evriminde bir dönüm noktası. Bu albümle, Savatage daha teatral ve progresif bir tarza yönelir ve Heavy Metal’in sınırlarını biraz daha genişletir. Jon ve Criss Oliva kardeşlerin liderliğinde, albüm hem teknik hem de lirik açıdan derinleşmiş ve grubun gelecekteki müzikal yönünü belirlemiştir.
Albüm, Of Rage and War ile başlar; bu parça, Jon Oliva’nın güçlü vokalleri ve Criss Oliva’nın etkileyici gitar riff’leriyle dikkat çeker. Ardından gelen Gutter Ballet, albümün en dikkat çekici parçalarından biridir; Jon Oliva’nın piyano performansı ve Criss Oliva’nın büyüleyici gitar solosu şarkıya epik bir hava katar. Bu parça, grubun daha sofistike bir müzikal yapıya geçişini simgeler.


Albümdeki diğer parçalar, grubun hem melodik hem de sert yapısını sergiler. When the Crowds Are Gone, duygusal yoğunluğu ve Jon Oliva’nın vokal performansıyla öne çıkar. The Hounds ve Summer’s Rain gibi şarkılar ise albümün karanlık ve dramatik atmosferini güçlendirir. Ayrıca, albümdeki piyano ve orkestral düzenlemeler, grubun müzikal çeşitliliğini artıran önemli unsurlardır.
W.A.S.P. – The Headless Children (1989)
W.A.S.P.‘ın müzikal olgunluğa eriştiği ve daha ciddi bir temaya yöneldiği bir dönüm noktası albümü olma özelliğiyle The Headless Children. Bu albüm, Blackie Lawless’ın liderliğinde grubun Shock Rock imajından sıyrılarak toplumsal sorunlara ve daha ağır bir müzikal yapıya odaklandığı bir çalışma olarak kabul edilir.
Albüm, The Heretic (The Lost Child) ile başlar; bu parça, güçlü riff’leri ve Blackie Lawless’ın etkileyici vokalleriyle dinleyiciyi selamlar. Şarkının karanlık ve yoğun atmosferi, albümün genel temasını yansıtır. Thunderhead, ritmik yapısı ve Chris Holmes’un etkileyici gitar sololarıyla öne çıkar. The Headless Children ise, Ken Hensley’nin (Uriah Heep) org katkılarıyla zenginleşmiş ve albümün epik yönünü vurgulamıştır. Forever Free, albümün duygusal yoğunluğunu artıran bir ballad olarak dikkat çeker.


Chris Holmes’un melodik ve sert tonları, albümün en önemli karakteristiğidir. Frankie Banali’nin (Quiet Riot) davul performansı ile Blackie Lawless’ın bas performansı albümün tamamlayıcı unsurları.
Albümün genel teması, toplumsal sorunlar, savaş ve bireysel mücadele gibi ciddi konular etrafında şekillenir. Bu, özellikle The Headless Children ve Mean Man gibi şarkılarda belirgin bir şekilde hissedilir. Albüm hem ticari başarısı hem de sanatsal çeşitliliğiyle W.A.S.P.‘ın kariyerinde bir dönüm noktası olmuştur.
BLUE MURDER – Blue Murder (1989)
Blue Murder; Hard Rock ve Heavy Metal türlerinin muhteşem birlikteliği. Bu albüm, John Sykes’ın Whitesnake’den ayrıldıktan sonra kurduğu süper grubun ilk çalışmasıdır. Sykes’ın hem gitarist hem de vokalist olarak yeteneklerini sergilediği bir platform sunarken, Carmine Appice ve Tony Franklin gibi usta müzisyenlerin katkılarıyla zenginleşmiştir.
Albüm, Riot ile başlar; bu parça, enerjik riff’leri ve Sykes’ın etkileyici gitar sololarıyla dikkat çeker. Valley of the Kings albümün en epik parçalarından biri olarak öne çıkar ve hem lirik hem de müzikal açıdan derinlik sunar. Jelly Roll daha melodik bir yapıya sahip olup grubun daha geniş bir dinleyici kitlesine hitap etme çabasını yansıtır. Out of Love ve Black Hearted Woman gibi parçalar ise albümün duygusal yoğunluğunu ve sertliğini dengeler.


Teknik açıdan, John Sykes’ın gitarı albümün ana unsurudur. Onun mükemmellik seviyesindeki melodik ve teknik soloları, albümün enerjisi ve dinamizminin kaynağıdır. Carmine Appice’in davulda, Tony Franklin’in bas gitarda sergiledikleri performans altın değerindedir. Prodüksiyon açısından da oldukça tatmin edici bir sonuç elde edilmiştir
Şarkılar hem melodik hem de sert yapılarıyla dikkat çekerler. Ancak albümün ticari başarısı beklentileri tam olarak karşılamamış olsa da yıllar içinde bir kült takipçi kitlesi kazandırmış ve bir efsane albüm özelliği kazanmıştır.
Ø Ø Ø Ø
RECEP KARAŞ’ın DİĞER YAZILARI
